Türkiye’de anayasa tartışmaları, yıllardır siyasetin ve toplumun gündeminden düşmüyor. Her yeni dönemde, seçilmiş iktidarların “yeni anayasa” vaadi, halkta bir umut ya da endişe dalgası yaratıyor. Ancak, bugünkü koşullarda, seçilmiş bir iktidarın ortaya koyacağı anayasa gerçekten “yeni” bir anayasa olabilir mi, yoksa bu yalnızca mevcut anayasanın bir değişim süreci mi olur? Bu sorunun cevabı, hem anayasa yapım süreçlerinin doğasında hem de Türkiye’nin politik gerçeklerinde yatıyor.
Her şeyden önce teknik olarak şu anda mevcut anayasaya göre seçilmiş iktidarın, yine mevcut anayasadaki anayasa değişikliği için aranan -nitelikli çoğunluk veya anayasanın değiştirilmesi teklif bile edilemeyen maddelerine ilişkin- emrine itaat etmek zorunda olduğuna göre, seçilmiş iktidarın yeni bir anayasadan bahsetmesi hukuksal terminoloji açısından mümkün değil
Hukuksal olarak yukarıda açıkladık, siyasi söylem olarak , “yeni anayasa” kavramı, sıfırdan yazılmış, geçmişten kopuk, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan ve uzun vadeli bir toplumsal sözleşme anlamına gelir.
Ancak, Türkiye gibi köklü bir devlet geleneğine sahip, mevcut anayasal düzeniyle yıllardır işleyen bir ülkede, tamamen yeni bir anayasa yapmak hem teknik hem de politik açıdan oldukça zordur. Anayasa, bir devletin temel yapısını düzenleyen bir belge olmasının yanı sıra, tarihsel ve toplumsal bir birikimin ürünüdür. Bu nedenle, mevcut anayasa tamamen yok sayılarak yerine sıfırdan bir belge konulması, hem pratikte hem de toplumsal uzlaşı açısından gerçekçi değildir.
Seçilmiş bir iktidarın anayasa yapım süreci, genellikle mevcut anayasanın üzerine inşa edilir. Anayasalar, tarihsel süreçte birbiri üzerine eklenerek şekillenir; 1982 Anayasası bile, 1961 Anayasası’nın bazı unsurlarını miras almış, onu dönüştürerek var olmuştur. Bugün, herhangi bir iktidarın “yeni anayasa” iddiasıyla ortaya çıkması, büyük olasılıkla mevcut anayasada köklü değişiklikler yapmayı hedefleyen bir girişim olacaktır.
Bu değişiklikler, belki yönetim sistemi, temel haklar ya da yargı bağımsızlığı gibi konularda önemli yenilikler getirebilir; ancak bu, anayasanın tamamen “yeni” olduğu anlamına gelmez. Aksine, bu bir “değiştirilmiş anayasa” sürecidir.
Türkiye’nin siyasi gerçekleri de bu tezi destekliyor. Anayasa yapımı, geniş bir toplumsal mutabakat gerektirir. Ancak, mevcut “kutuplaşmış siyasi ortamda” tüm kesimlerin uzlaşacağı bir belge ortaya çıkarmak neredeyse imkânsızdır. İktidar, “kendi ideolojik öncelikleri” ve “siyasi hedefleri” doğrultusunda anayasayı şekillendirme eğiliminde olacaktır.
Bu durum, anayasanın “yeni” olmaktan çok, mevcut yapının iktidarın vizyonuna göre yeniden düzenlenmiş bir versiyonu olmasına yol açar. Muhalefetin, sivil toplumun ve diğer aktörlerin sürece ne kadar dâhil edileceği de bu noktada kritik önem taşır. Eğer katılım sınırlı kalırsa, ortaya çıkacak metin, “toplumsal sözleşme” niteliğinden uzaklaşarak, iktidarın damgasını taşıyan bir “değiştirilmiş anayasa” olmaktan öteye gidemez.
Peki, bu durum bir sorun mudur? Değiştirilmiş bir anayasa, eğer toplumun geniş kesimlerinin ihtiyaçlarına cevap verebiliyor, temel hak ve özgürlükleri güçlendiriyor, demokratik standartları yükseltiyorsa, “yeni” sıfatını taşımaması bir eksiklik olmayabilir. Ancak, bu süreçte şeffaflık, kapsayıcılık ve uzlaşı aranmazsa, ortaya çıkan metin, bir kesimin diğerine dayatması olarak algılanabilir. Bu da, anayasanın meşruiyetini zedeler ve toplumsal barışa katkı sağlamak yerine yeni tartışmalara yol açar.
Sonuç olarak, seçilmiş bir iktidarın yapacağı anayasa, sıfırdan yazılmış bir belge olmaktan çok, mevcut anayasanın ruhuna ve ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirilmiş bir metin olacaktır. Türkiye’nin ihtiyacı olan ise, “yeni” ya da “değiştirilmiş” sıfatından bağımsız olarak, tüm kesimlerin kendini ifade edebileceği, demokratik ilkeleri güçlendiren ve toplumsal uzlaşıyı sağlayan bir anayasadır. Bu, ancak geniş bir diyalog ve katılım ile mümkün olabilir. Aksi takdirde, “yeni anayasa” vaadi, yalnızca mevcut yapının makyajlanmış bir versiyonu olarak kalacaktır.