Ülkemiz, 1945 yılında çok partili siyasal hayata dördüncü kez, dış güçlerin çıkarı ve yönlendirmesi altında adımını atmıştır. İlki, 1912 yılında İTF’nin sopalı seçimleri iken; ikincisi onun devamı olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF), altı aylık ve Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1925-TpCF); üçüncüsü ise bundan daha trajikomik olarak 99 günlük ömrüyle, bizzat Atatürk’ün emriyle açılıp kapatılan (muvazaalı) Serbest Cumhuriyet Fırkası’dır (1930-SCF). Bunun kapanma gerekçesi ise yine tıpkı 31 Mart, tıpkı İzmir suikastı yalanı, Şeyh Said kışkırtması gibi iç ve dış hain güçlerce yönetilen Gladio marifeti olan Menemen olayı gösterilir. Oysa Menemen bundan dört hafta sonra sahneye konulur tıpkı 6-7 Eylül, Gezi Parkı ve 15 Temmuz darbesi gibi… Ve sonuncusu aynı niyetle yapılan, açık ve oy ve gizli sayımlı 46 seçimleri.
Dünya demokrasi tarihinin yüz karalarından biri olan, “açık oy, gizli sayım ve sayımdan sonra seçim sonuçlarının derhal yakılması” kuralını, 2100 yıl arayla da olsa ne Aristo ne de J.J. Ruso bilir. Çünkü CHP ve İsmet İnönü’nün, neden ve nasıl çok partili bir hayat istediğini hatırlamamız gerekir. Yoksa İnönü’nün iktidarı canından çok sevdiğinden hiç şüphe yoktur. Bu nedenle Rahmetli Menderes, onda “iktidar hastalığı” olduğunu söylerdi.
Burada CHP lideri İsmet İnönü’nün temel amacı, majestelerin kontrolünde olacak bir muvazaalı partiler sistemini kurmaktı. Tıpkı, 1930 yılındaki Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi kurulacak sistem, halkın gazını alıp barajların kapaklarından fazla suları boşaltacak ve böylece Türkiye, BM’nin Batılı hür bir üyesi olarak demokratik ülkeler grubunda yer alacaktı. Bu girişimin temel amacı ise CHP’yi sonsuza dek Türkiye’nin başında tutmaktı. Batı da esasen buna Suudi Arabistan’ın şeriatı gibi çok razıydı. İsrail ve petrol güvende olsun, isterse şeriat gelsin…
Ancak Adnan Menderes, Celal Bayar ve basiretli Türkiye halkı bu oyunu, aynı ustalıkla 14 Mayıs 1950 yılı akşamına kadar oynamıştır. Öyle ki halk, CHP’yi bundan dört ay sonra muhalefetten de tasfiye edecekti.
Bu süreçten sonra İnönü, Basın+Ordu+Üniversite ve sırça köşklerde oturan içi mankurt Beyaz elit(?)lerden oluşan bir “Zinde Kuvvetler” cephesi kurmuştur. Amaç, ne pahasına olursa olsun iktidarı “Hasso ve Mammolar”dan geri almaktı. Çünkü onların ağzı çorba kokmakta ve böylece heykellere binerek uzaya gidecek(!) olan Türkiye’nin de hızını kesmekteydi.
DP’nin 54’ten sonra 1957 seçimlerini de kazanması üzerine, Batı destekli cuntaların darbe hazırlıkları en üst seviyeye çıkmaya başlamış ve 24 Aralık 1957’de bir komite adına Makaryos kodlu, Faruk Güventürk adında bir cuntacı, Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin’le darbe konusunu görüşmüş ve onu kendi saflarına liderlik için çekmeye bile çalışmıştı.
Samet Kuşçu adlı bir subay Ocak 1958’de darbe oluşumunu bizzat Menderes’e ihbar etmiştir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın geniş bir soruşturma isteğine, Menderes geçiştirmiş ordu ise tam tekmil hayır demiştir. Tarihe dokuz subay olayı olarak geçen bu olay sonrasında askeri mahkemede ‘ihtilal hazırlamak’ suçlamasıyla yargılanan dokuz subay, altı ay sonra beraat ederken, ihbarda bulunan Samet Kuşçu ise iki yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.
Bu tarihten sonra, DP’ye savaş açan, uzlaşmaz tutumuyla, muhalefetten çok Yunanlılar gibi Menderes’le Ege’de çarpışan İnönü, Büyük Taarruz hareketini başlatmış ve 1959 yılı Demokrat Parti’yi yıpratacak ve sonunu hazırlayacak İstanbul Topkapı, Çanakkale, Geyiklide ve Kayseri’de olaylara sebep olmuştur.
Buna karşılık olarak 12 Nisan 1960 günü DP grubu yayımladığı bildiri CHP’yi “silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamakla”, bir kısım basını da bunu yalan ve çarpıtılmış haberlerle desteklemekle suçlar. Buna önlem olarak süresi ve yetkisi belirli yani üç ayda işini bitirecek bir Tahkikat Komisyonu’nun kurulması olur. 18 Nisan’da Demokrat Parti’nin önergesi TBMM’de kabul edildi.
İnönü o gün TBMM’de yaptığı konuşmada şöyle der: “… Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır…” diyerek, 1960 askerî darbesine işaret fişeği attığı görülmektedir.
27 Nisan günü yani İhtilal’den tam bir ay önce profesörler, Güney Kore darbesini örnek göstererek üniversite öğrencilerini kışkırtıyorlardı. Öğrenciler, yurt yurt dolaştırılıp, “yarın sabah yedide Üniversite bahçesinde” diye 555K’nın ilk provasını uygulayacaktı. Aynı gençlerin, asla ispatlanma gereği dahi duyulmadan, kıyma makinalarına atıldığı ve cesetlerinin asfalta katıldığı basın tarafından her gün yazılacaktı. Tüm bu olayları CHP gençlik kolları organize etmekteydi.
Bu süreçten sonra da 27 Mayıs 1960 tarihinde, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde CHP ve İsmet İnönü ile işbirliği halindeki bir cunta darbe yapmıştır. Ancak asıl darbenin TSK’ya vurulduğunu bilmek gerekir. Çünkü 27 Mayıs darbesinden sonra (290 general’den) 275 general ve amiral, 7.000 albay, yarbay ve binbaşı rütbesindeki subay ordudan tasfiye edilmişti. ABD Büyükelçisi Warren’in 11 Ağustos 1960 tarihli raporuna göre, emekliye sevk edilen subaylar, generallerin % 90’ı, albayların % 55’i, yarbayların % 40’ı, binbaşıların da % 5’ydi. İnkılâp Subayları (EMİNSU) olarak bilinen bu tasfiye hareketinin finansmanı tamamen ABD’den temin edilmişti.
15 yargıç ve 9 savcıdan oluşan Yassıada duruşmaları, o güne kadar kimsenin adını pek duymadığı, Yargıtay üyesi Salim Başol başkanlığında 14 Ekim 1960 yılında başlamıştır. Bugün için Başol’un adı, hukukun katli olarak tarihe geçen 592 sanık ve 19 ayrı davadan yargılamalar sonunda idam, müebbet ve ağır hapis cezalarıyla tarihe geçmişse de, Başol’un en doğru sözü, Hasan Polatkan’a söylediği “…Öğle yemeğine gideceğiz… (Boşuna savunma yapma)Sizleri buraya tıkayan kuvvet böyle istiyor” olmuştur.
39 kişilik 27 Mayıs cuntasının resmi teşkilatı olan Millî Birlik Komitesi’nin emriyle 15 idam sayısız müebbet ve ağır cezalara çarptırılan DP’lilerden Bayar, yaş haddinden idamdan kurtulurken Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edilmiştir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve çok sayıda DP bakanı ve milletvekilleri Kayseri cezaevinde tutulmuş ve Yassıada mahkemesinde aylarca yargılanmışlardır. Bunlardan bazıları intihar etmiş bazıları ise acımasız şartlara dayanamayarak kısa sürede hayatını kaybetmiştir.
Cem Eroğul’a göre İnönü, Menderes’i şöyle yıkmıştır: Tahrik edip, çileden çıkartmak, çileden çıkarıp hata işletmek, hataları amansızca yüzüne vurarak daha çok çileden çıkarıp, daha çok hata işletmek… ta ki hatalarının içinde boğulana kadar. Ancak Menderes de en az İnönü kadar dersini iyi bilmekteydi: … İplerinizin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum… Adnan Menderes’in ruhu ve bu millet, bir gün sizi tarihten süpürecektir. Tarih ve teknik, 15 Temmuz 2016’da tekrar edilmiştir. Ancak Menderes’in idamını, Özal’ın zehirlenmesini gören Büyük Anadolu halkı, Türkiye’yi ve Erdoğan’ı yedirmemiştir.
Prof. Dr. Hüseyin ŞEYHANLIOĞLU
Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Merkezleri Koordinatörü